'Sevgi, bazen şu dağın en tepesinden kendini uçsuz bucaksız gelincikler vadisine salıvermektir. Bazen de içinde öyle fırtınalar kopar ki içinde yaşadığın suskunluğunu, kendi gerçeğini, dağlara taşlara, kuşlara anlatmak istersin, haykırmak istersin ama anlatamazsın, kimselere diyemezsin. Çünkü tüm yaşadıkların kendine ait olan kaderindir'
Vatanına duyduğu büyük aşkı uğruna gazi olan Gazi Kenan ve ona sığınan, Kenan'a yoldaş olan, çocukluğunda acıların en büyüğünü yaşayan güzeller güzeli Gülbeyaz'ın sakin ve huzurlu hayatı bir trafik kazası sonucunda baştan aşağı değişir... Bu kazadan sonra evlerine misafir olan Seyit Ali 'nin varlığı Gülbeyaz'ın daha önce yaşamadığı duygular yaşamasına sebep olur. Acaba her şey göründüğü gibi midir?
Vatan aşkını içinizde hissedeceğiniz, ülkemizin tarihî güzelliklerini de içinde barındıran, büyük sırların açığa çıktığı Cehennem Şelalesi'ni büyük bir heyecanla okuyacaksınız.
YAZARIN HAYATININ AKIŞININ KISA BİR ÖZETİ
` Okumanızı tavsiye ederim.``
(1) Bir Damla Su... Sokak Kitapları Yayınlarında .2013
(2) Gülbeyaz Cehennem Şelalesi... Tilki Yayınlarında 2022
(3) SESİMİ DUYAN VAR MI?... Ateş yayınlarında 2023
1962 yılının haziran ayının başlarında annemin ifade ettiği gibi "küşne yolması zamanında" dünyaya gelmişim. İlkokula Akçakent köyünde başlayıp Gaziantep`e göç edişimiz ile Hoşgör İlkokulu`nda öğrenimime devam ettim. Çok istememe rağmen benim dışımda gelişen hadiselerden dolayı beşinci sınıfta okulu bıraktım. Sonra yaz tatillerinde devam etmiş olduğum, sevdiğim, severek yaptığım, saygı duyduğum mesleğim olan oto tamircisinde çalışmaya başladım.
Uzun süreler mesleğimi idame ettirip genç yaşımda kalfalığa yükseldim. Ustalarım rahmetli Kelle Mustafa ve Cafer Usta tarafından sevgi ve saygı görüp aranılan bir kalfa olmuştum.
1979 yılının yaz aylarıydı, tatilimi geçirmek için köye gittiğimde bizim dışımızda gelişen bazı hadiselerden dolayı bir anda dayılarımızla aramızda istenmeyen olaylar, çatışmalar oldu. İstemesem de bu çatışmaların içerisinde buldum kendimi... Uzun süren yargılamalar sonucu hâlâ hak etmediğimi düşündüğüm, hatırladığımda, aklıma geldiğinde içimin kanadığını hissettiğim cezaya çaptırılarak hüküm giydim. Bu da benim aradan yıllar geçmesine rağmen hukuka ve adalete olan inancımı, güvenimi temelinden sarmış, beni derinden yaralamıştı. Hâlâ bunun acısını içimde kapanmaz, büyük bir yara olarak hissederim. Cezamı tamamlayıp o dönem devletin zulüm ve işkencesinden kaçarak İstanbul`da ikamet eden ailemin yanına geldim. Kendime yeni bir meslek edindim, iç mimari ve dekorasyon işleriyle uğraşmaya başladım.
Ceza evinde iken 1982 ve 1985 yılları arasında zor şartlar altında yazmış olduğum "Güneyli" isimli romanım ile sokak çocuklarının yaşamlarını, hayatta kalma mücadelesini konu alan, kendimce adına "senaryo" dediğim senaryomu, film yapılması için Yeşilçam`da kapısını çalmadığım yönetmen kalmamıştır. Hepsinde aynı nakarat: "Benim çalıştığım senaristim var." Alıp da "İçerisinde neler var?" deyip inceleme gereği dahi duymuyorlardı. En son kapısını çaldığım Sayın Temel Gürsü Beyefendi ilgi ve alaka gösterip, elimdeki senaryoyu alıp bazı sayfalarını inceleme gereği duydu. `Benim öğleden sonra yurt dışına çıkmam gerekiyor, aşağı yukarı bir ay kalacağım. Dönünce seninle tekrar görüşüp ilgimi çeken bu senaryoyu tekrar incelemek istiyorum.`` deyince oradan ayrıldım. Ben ise sabırsızdım, o bir ay bana koca bir yıl gibi geldi, bir an önce ilgi, alaka görüp filme çekilmesini istiyordum. Araştırmaya devam ederken tabelasında "Köroğlu" yazılı, paravan bir şirket olduğunu sonrada öğrendiğim film şirketine elimdeki senaryoyu kaptırdım. Geri alana kadar anamdan emdiğim süt burnumdan geldi. Uzun uzadıya yazacak, anlatacak değilim, bu konu hakkında... Diğer bir taraftan da romanın basılması için İstanbul Sultanahmet ve civarında bulunan kapısını çalmadığım yayınevi kalmamıştı. Kimse: "Bu kitapta ne yazıyor, içeriği nedir, ne değildir, basılmaya değer mi?" diye alıp, bakıp inceleme gereği dahi duymuyordu. Tek dertleri para... "Şu kadar para verirsen basarız." İstedikleri para da uçuk bir paraydı, neredeyse bir daire parasıydı, o günün şartlarında. Bir dostumuzun yönlendirmesiyle Türkiye Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Sayın Mehmet Okyay Bey`i ziyaret ettim. Yardımlarını istediğimde kitabın birkaç sayfasını inceleyip kitap halinde basılmasını değil de gazetenin "Hayatım Roman" köşesinde yayımlayabileceğini belirtince kabul etmedim. Ben kitap hâlinde basılması taraftarıydım. Gazeteden yayınlanırsa değeri düşer, düşüncesindeydim. O zamanki düşüncem o yöndeydi, şimdiki aklım olsaydı yayımlatırdım, en azından kitabın reklamı olurdu. Teşekkür edip oradan ayrıldım. Usta Gazeteci Ertuğrul Akbay Bey`in "Gölge Adam" gazetesine gidip kendisiyle görüştüm. Durumumu anlattım, yardımlarını istediğimde Ertuğrul Bey kitabın bazı bölümlerini inceledi, Mehmet Okyay Bey`in teklif etmiş olduğu şeyi yaparak gazetesinde yayımlamak istediğini belirtince onu da kabul etmedim. Sıcaklığını, samimiyetini, dostluğunu, hissettiğim Mehmet Okyay Bey`in arada bir ziyaret edip çayını içiyordum. Bana bir öneride bulundu: Milliyet Gazetesi`nin 1986 yılında düzenlemiş olduğu "Taner Öykü Ödül" yarışmasına katılmamı, burada alacağım bir misyonla dikkatleri üzerime çekeceğimi, kitabımı basmaya yanaşmayan, uçuk rakamlar isteyen yayınevlerinin basmak için birbirleriyle yarış hâlinde olacağını belirtince aklıma yattı. Milliyet Gazetesi`ne gidip katılma koşullarını öğrendim. Mesai bitimi, bir akşamüzeri götürüp kitabımı teslim ettim. Sabırsızlıkla sonuçların açıklanmasını bekledim.
1987 yılının o günü gelip çatmıştı. Yayınlananlar listesinde ismimi göremeyince müracaat edip kitabımın akıbeti hakkında bilgi almak istediğimde, benim böyle bir kitapla katılmadığım, söylenince ben de "Nasıl olur?" diye hakkımı aramak için her gün kapılarını aşındırdım. Bana, yalan söylediğimi, kendilerinden para koparmak için şantaj yaptığımı söylemekten dahi geri durmadılar. Ben de birileri benim bu haykırışıma kulak versin, diye gazetenin sahibi Sayın Aydın Doğan Bey başta olmak üzere Doğan Heper Bey, Altan Öymen Bey ve Genel Yayın Yönetmeni Kemal Kınacı Bey`e yaşadıklarımı, bana yaşatılanları, olan bitenleri anlatan birer mektup gönderip bilgilendirdim. Ama ne arayan ne soran ne bir cevap ne bir haber alabildim. Günler geçiyordu, kitabımı geri alabilmek için mücadelemi sürdürürken beni savcılığa, polise şikâyet edeceklerini, hakkımda suç duyurusunda bulunacaklarını, yasal işlem başlatacaklarını, daha buna benzer birçok şeyi ileri sürüp beni tehdit etmekten çekinmiyorlardı. Ben ise bu tehditlere pabuç bırakacak yapıda, karakterde bir insan değildim. "İstediğinizi yapmaktan geri kalmayın!" deyip rest çektim. "Kime şikâyet ediyorsanız edin, kitabım geri verilinceye kadar burayı aşındırmaya devam edeceğim." Çünkü davamda haklıydım. Ben onlardan güçlüydüm. Neden mi? Çünkü davam uğruna savaş veriyordum, bu uğurda ölmeye, her şeye hazırdım. Emeğim, alın terim, duygularım, hislerim, gülücüklerim, gözyaşlarım yok olmuştu ortadan... Ne emeklerle ne acılarla, benim o kitabı nasıl yazdığımı biliyorlar mıydı, bilmiyorlardı. Çünkü mağdur edilen bendim. Onlar değil
Gün geldi, gözyaşlarım harman olup yanağımdan süzüldü, gün geldi tebessüm etmemi sağladı, gün geldi kahkahalar atarak gülmemi sağladı, gün geldi hakkımda idareye, gardiyanlara "Sizin hakkınızda kitap yazıyor." denildi. İdare tarafında ranzam basılıp aramadıkları yer bırakılmadı. Oysa kitap gözlerinin önünde durmasına rağmen bulamıyorlardı, onların düşüncesi: "Hakkımızda yazıyorsa gizlemiştir." idi. Nasıl olur da el yazmalı, kitapçıya kaplatıp üzerine babamın ismini ve lakabını eklediğim (Mehmet Mustafa Kardayıoğlu): "Güneyli" ismini koyduğum romanımdan vazgeçebilirdim. Sesimi duyurmak için her yolu deniyordum, bir dostumun teşviki ile Sabah Gazetesi`nden Ahmet Vardar`ı aradım, karşıma yardımcısı olduğunu söyleyen Kemal Yıldırım Bey çıktı. Ahmet Bey`in tatile çıktığını, kendisinin yardımcı olabileceğini söyleyip beni Mecidiyeköy`de bulunan Sabah Gazetesi merkezine davet etti. Akabinde gidip olan bitenleri Kemal Yıldırım Bey`e anlattım, çok üzülmüştü. "En kısa zamanda görüşüp sana dönüş yapacağım." dedi. Aradan birkaç gün geçmişti, dükkâna telefon etmişti: "Gelsin, görüşelim." diye
Ben de umutla, sevinçle Sabah Gazetesi`ne gidip Kemal Bey ile görüştüm. Bana anlatılan: Altan Öymen Bey`le bir araya gelip olan bitenleri kendisine anlatmış, Altan Bey "O kim ki ben kendime onu muhatap alayım?" gibi, buna benzer birçok cümle kullanmış. Öyle ağırıma gitmişti ki kendimi kaybetmek derecesindeydim, ötesi bana kalsın. Televizyon camında, yuvarlak masada, hukuktan, sosyal demokratlıktan, Evrensel İnsan Haklarından söz edenlerin, camın gerisinde takındıkları tavrın en iyisini sunuyorlardı. Mehmet Okyay Bey`i ziyaret edip olanları anlattığımda çok üzülmüştü, beni alıp üst kata götürdü, iki kişi sohbet ediyordu. Sonradan öğrendiğime göre biri Türkiye Gazetesi`nin sahibi Enver Ören Bey`di, diğeri Türkiye Gazetesi Başyazı, ismini unuttuğum bir bey
İkisi de rahmetli oldu, Allah rahmet eylesin. Enver Ören Bey oturduğu yerden ayağa kalktı, tebessümle önünü ilikleyerek elini uzattı. "Hoş geldin." deyip oturmam için yer gösterdi, teşekkür edip oturduk. Ayaküstü Mehmet Bey olanları kendine anlatınca telefon edip biriyle görüştü, sonra beni Hürriyet Gazetesi`nde Taner Atilla Bey`e yönlendirdi. Oradan ayrılıp, Atilla Bey`in kapısını çalıp hikâyemi anlatınca o da beni Milliyet Gazetesi`nde çalışan Zeynep Oral hanımefendiyle Ahmet Oral Bey`e yönlendirmesiyle olanlar hakkında onları da bilgilendirdim. Buna rağmen onlardan da bir haber gelmiyordu. En son olarak Dünya Ekonomi Gazetesi`nin sahibi, aynı zamanda Gazeteciler Cemiyeti Başkanı olan Sayın Nezih Demirkent Bey`i gazetesinde ziyaret edip, olan bitenleri anlatıp yardımını istedim. Yanında elli yaşlarında görünen, şu an ismini hatırlamadığım ünlü bir roman yazarı hanımefendi bana: "Be çocuğum! Teslim ederken neden teslim ettiğine dair bir belge almadın? Bak şimdi çok üzüldüm." dedi. Ben "Böyle olacağı hiç aklıma gelmezdi. Dışarısının süt liman, suçsuz insanlarla dolu olduğunu sanıyordum. Anladım ki asıl suçlular cezaevinde değil, dışardaymış." dediğimde tebessüm ederek: "Çok doğru diyorsun, öyle bir zamanda yaşıyoruz ki güven, itimat duygusu kalmadı insanın
" dedi. Bir süre Nezih Bey`den gelecek güzel bir haber bekledim, oradan da bir haber gelmeyince hayal kırıklığı yaşamıştım.
Bir gün mesai bitimi getirip teslim ettiğim, adını kendi adımdan dolayı "Mehmet" olarak hatırladığım beyefendiyi sordum. "Siz de böyle biri çalışıyor mu? diye
"Evet, çalışıyor, kendisi gece amirimiz olur." deyince dünyalar benim olmuştu. Sabah erkenden gidip gazeteden ayrılmadan yakaladım. Odasının kapısını vurup içeri girdiğimde iki kişi oturuyordu: "İçlerinden hangisi Mehmet Bey?" diye düşünürken beni karşısında görünce tebessüm ederek beni tanıdığını belli etti. "İnşallah kitabın bir derece almıştır." deyip karşılayınca o kadar mutlu olmuştum ki
Kitabımın varlığından haberdar olan biriyle karşılaşmak, beni tanıması beni ziyadesiyle mutlu etmişti. Günlerdir verdiğim mücadelenin yorgunluğunu bir nebze olsun üzerimden atabilmiştim. Tokalaşıp oturduk. "Hayırdır, benimle konuşmak istemişsin. Ben de çıkmak üzereydim. Ne hakkında görüşeceksin." deyince yaşadıklarımı ya da bana yaşattıklarını özet bir şekilde anlattım, en az benim kadar üzülmüştü. Bu arada çay söylemiş, çaylarımızı yudumlarken "Biraz bekle. Seninle beraber Gülsen Eriç Hanım`a çıkacağız. Gelmedi, bir gelsin, gelince çıkarız." deyince bir süre bekledik. Sonra beraber Gülsen Eriç Hanım`ın makamına çıktık.
Mehmet Bey, Gülsen Hanım`a "Bu arkadaşımız yarışmaya katılmıştı ama ona yarışmaya katılmadığı söylenmiş." deyince Gülsen Hanım: "Mehmet Bey katılmış olsa haberim ve bilgim dâhilinde olurdu. Kitabı bana gelmedi, gelseydi muhakkak haberim olurdu." Mehmet Bey "Nasıl olur Gülsen Hanım, akşam ben arkadaştan teslim aldım, sabah da kendim getirip size bizzat teslim ettim, kendi ellerimle. Bunda bir yanlışlık var." deyince Gülsen Hanım`ın eli ayağı birbirine girmeye başladı. "Bilemiyorum vallahi Mehmet Bey, ben hatırlamıyorum. Bak şimdi çok üzüldüm. Nasıl böyle bir yanlış yapabiliriz ki." Mehmet Bey "Ben orasını bilmem. Bu arkadaş getirip bana teslim etti, ben de getirip size teslim ettim. Bir araştırın odanızı, belki farkında olmadan bir yere koymuş olabilirsiniz." deyince Gülsen Eriç Hanım bana yönelerek "Nasıl bir kitaptı, boyutu filan, üzerinde ne yazıyordu?" dedi. Ben "El yazmalı, matbaacıda kaplattırmıştım. Üzerinde Mehmet Mustafa Karadyıoğlu yazıyor, ayrıca büyük harflerle kitabın ismi olan "Güneyli" yazıyordu." dememle etrafı kolaçan edip kitabı aramaya koyuldular.
Raflarda benim kitabıma benzer kitaplar görünce "İşte bu kitaplar gibi, siyah olarak kaplatmıştım." deyip ne kadar kitap varsa arkalarına, yanlarına baktılar ama kitabı bir türlü bulamadılar. Mehmet Bey: "Gülsen Hanım, olur ya yanlışlıkla masanın çekmecelerinin gözlerinden birine koymuş olabilirsiniz." dedi. Bu arada Gülsen Eriç Hanım`ın büyükçe çalışma masasının çekmece gözlerini araştırırken benim el yazmalı, özgeçmişimle romanın özeti gözüme ilişti. Birden içimden gayri ihtiyarı "oh" çekip "İşte Gülsen Hanım, elinizin altında bulunan benim özgeçmişimle romanın kısa özeti
" deyince alıp çıkardı. "Bu mu?" deyince "Evet, evet odur." dememle birlikte Gülsen Hanım`ın yüzü şekilden şekle girdi. "Nasıl olur, burada, ben niye fark etmedim?" deyince ben acı bir tebessümle "Herhâlde buraya ben gelip bıraktım ya da ben gelmediğime göre şeytanlar bırakmış olmalı.`` deyince gözlerini kaçırarak "Yanlış anladınız Mehmet Bey, ben öyle demek istemedim. Gerçekten çok üzgünüm." dedi. Aranan yerler yeniden, bir daha gözden geçirilip arandı ama benim kitabın emaresi ortalıklarda görülmüyordu. Mehmet Bey bana dönerek "Maalesef çok üzgünüm yok, siz de gördünüz, beraber aradık. Yapabileceğim başka bir şey yok. Yine de etraflıca sorup soruştururuz. Bu kitap uçup gitmedi ya buralarda bir yerdedir umarım." deyince başka yapacak bir şey olmadığından Mehmet Bey`le beraber aşağıya indik. "Canını sıkma, en azından öz geçmişinle romanın özetini bulduk. O da buralarda bir yerdedir, çıkar ortaya. Çok acı çekmişsin, neden ta en başından gelip beni bulmadın, bu kadar sıkıntı yaşamışsın." deyince ben, "Doğru diyorsun, demesine de ben seni tanımıyordum ki. Bir akşamüstü kitabı teslim edip sana etraflıca bakmadan ayrıldım. Geçen gün aklım başıma geldi. Birden isminin Mehmet olduğu hatırıma geldi, o da benim adımın da Mehmet oluşundan, kafama dank etti, yoksa başka isim olsaydı hatırlamayabilirdim. Makamında sen beni tanıyıp sahip çıkmasaydın ben yine senin sen olduğunu bilmezdim ki
`` dedim. Çaylarımızı yudumlayıp yanından ayrılırken "Bundan sonra moralini bozmayacaksın. En kısa sürede bulunup sana haber edilecek. Varsa bir telefon numarası alayım." deyince daha önceleri verdiğim telefonu bırakıp huzurlu bir şekilde oradan ayrıldım.
Sonraki gelişlerimde gazetenin bana olan tavrı yüz seksen derece değişmişti, benim kapının önünde dahi durup beklememe tahammül edemeyen gündüz amiri Abdülmuttalip Bey, olan bitenlerin ortaya çıkmasıyla özür dileyip helallik almış, çay ikramları yapmıştı. Arada bir "Hayır, olmaz." dememe rağmen yukarı yemekhaneye çıkarıp yemek ikramında bulunuyordu.
Bir gün yine akşamüzeri uğrayıp kitabın bulunup bulunmadığı hakkında bilgi almaya gittiğimde "Hâlâ bulunamadı, aranıyor." dediler. Çıkıp giderken ardımdan seslendiler. "Yarın sabah gel, sana gerekli bilgiler verilecek." deyince "Herhâlde bulundu." deyip sevinçle eve geldim. Sabahı zor ettim. Erkenden gittim, benimle görüşecek muhterem zatı beklemeye başladım. Bir süre sonra Bir`i "Günaydın." deyip içeri girdi. Mehmet Bey`in makam koltuğuna oturur oturmaz "Nerelisin?" diye sorunca "Gaziantepliyim." dedim. "Ya demek öyle, ben de Gaziantepliyim." deyince kuşkuyla baktım. Hani birine sorarlar: "Nerelisin?" diye. O da memleketini söyleyince oralı olmadığı hâlde "Ben de oralıyım
" derler, ondan sebep. "Merkezde misin?" dedim: "Hayır Kilisliyim." deyince "Kimlerdesin?" dedim. "Sen Kilis`i bilir misin?" deyince "Ben de Kilisliyim, bilirim, hele sen bir söyle
" dedim. "Ben devlet tabibi Dr. Muhittin`in oğluyum, tanır mısın?" deyince "Tanımaz olur muyum? Babanız halk arasında Deli Muhittin lakabıyla "devlet tabibi" olarak bilinir. Bir olay olduğunda babanız gider keşfe
" dedim. Tanışma faslı bitince kitapla ilgili konuya girdik. Zaman zaman gerginleşen konuşmalarımız zaman zaman yerini sakinliğe bırakıyordu. Söyledikleri bazen beni kendimden geçirip sinirlenmeme sebep oluyordu. Yapmak istediği beni vazgeçirmekti, elimi kolumu sallayarak oradan ayrılmamı istiyordu. Uzman Bey: "Bak hemşerim sana bir teklifim var, bu işi daha ileri götürmeyelim, daha yeni cezaevinde çıktığını söylüyorsun, basınla uğraşamazsın, üzerine bir suç isnat ederler. Altında çıkamazsın. Kendini ayıklayamazsın
" demesiyle yerimden fırladım. "Sen ne diyorsun? Elinizden geleni ardınıza koymayın, hadi bakalım bir suç isnat edin de görelim." dediğimde yerinden kalktı. Beni sakinleştirerek yerime oturmamı sağladı. Sonra konuşmasını sürdürüp "Sana üç yüz bin lira verelim bu işi kapatalım, ha bu parayı gazete vermeyecek, kendi cebimden vereceğim." deyince bende acı bir tebessüm oluştu. "Demek üç yüz bin lira ha!" "Evet, tamı tamına, kendi cebimden vereceğim." dedi. "Çok cömertsin, bakılırsa çok da zenginsin. Kaç çocuğun var?" dedim. Yanılmıyorsam "Üç." dedi. "Allah bağışlasın, senin bana teklif ettiğin rakamın üç katını ben sana teklif ediyorum. Çocuklarından birini bana ver." demem ile birden yüz şekli değişti. "Sen ne diyorsun, bu nasıl bir teklif böyle?" dedi. "Ne o, siz teklif edince oluyor da ben teklif edince neden olmuyor? O kitap dediğiniz şey senin çocukların yanında nasılsa benim yanımda da öyle
"Ben onu ne şartlarda yazdım, bilir misin? O kitap dediğiniz şey benim ilk göz ağrım
İçinde duygularım, sevinçlerim, hasretim, özlemlerim, gözyaşlarım var. Sizler için ne kadar kolay Kitabın kaybolmuş
` cümlesini kurmak ya
Benim için senin evlatların ne ise o kitapta benim için öyle." deyip teklifini reddettim, daha fazla bağrışmanın çağrışmanın anlamı yoktu. Anladık ki kitabı bulamamışlar yani hava olup uçmuş. Bize de inanmaktan başka çare kalmamıştı. Kitap hakikaten yanlışlıkla çöpe mi atılmıştı yoksa biri veya birileri alıp içerisinde değişiklik yaparak kendi adına yayınladı mı, orası bilinmeyen bir denklemdi. Günahıyla sevabıyla onların boynuna
Bu dünyada helalleşemedik ama yarın huzuru mahşerde hesaplaşacağız.
Genel yayın yönetmeni Sayın Kemal Kınacı Bey`in yardımcısı olan hemşerim Uzman Bey: "Madem bu kitabı sen yazdın, otur bir daha yaz. Söz sana getir, kitap olarak da basarız." dedi. "Nasıl yeniden yazabilirim ki temize çektikten sonra birçok notları ve dokümanları işim bitti` diye çöpe atmıştım. Haydi yazdım, cezaevindeki o duyguyu verebilir miyim?" dedim.
Yeniden yazdım ama o duyguları verdim mi, veremedim mi, orasını pek bilemiyorum. Basılmadan okuyanlar, etkilenenler oldu, bu iyiye işaretti. Eskisi gibi ciltledim.. Şu an aradan 35 yıl geçti, tozlu rafta hâlâ gün yüzüne çıkmayı bekliyor. İnşallah bir gün bilgisayara atıp bazı düzenlemeler yapılarak okuyucunun beğenisine sunmayı düşünüyorum elimden geldiğince
Sorulabilir ki bu zaman içerisinde neden bilgisayara yükleyip, düzenleme yaparak basıma hazır hâle getirip basmadın? Benim zamanımın kısıtlı oluşundan dolayı birçok dostum istedi bilgisayara geçirmek için. Dedim ya o benim ilk göz ağrım, çocuğum, evladım gibi sakındığım
"Ya bu da kaybolursa?" korkusu yaşadım, ondan kimseye veremedim ama inşallah o gün gelecek, kendim bilgisayara yükleyip siz değerli okuyucularımın beğenisine sunacağım.
Hayatımı çok ama çok kısa bir şekilde özetlemeye çalıştım, bir gün 35 yıl önce Milliyet Gazetesi`yle aramda geçen hadiseleri ve bazı konuları, almış olduğum notlar ışığında yazarak sizlerin beğenisine sunacağım. Şu anda başka birkaç kitap ve hikâye hakkında çalışmalarım sürmektedir.
2013 yılında basımı gerçekleşen "Bir Damla Su" isimli romanım okuyucusuyla buluştu, güzel geri dönüşler aldım.
1991 yılında vatani görevimi tamamlayıp mesleğime kaldığım yerden devam ederken kendime devamlılığı olan bir iş bulmak için İstanbul Büyükşehir Belediyesi`ne "eski bir hükümlü" sıfatıyla işe alınmam için başvuru yaptım, buna rağmen bana geri dönüş olmadı. Kendim gidip akıbetini sorduğumda ilkokul mezunu olduğum için bana verecek işlerinin olmadığını söyleyen müdür beye: "Demek öyle müdür bey
Ya Sivas`ın köylerinde İstanbul`un yüzünü dahi görmeyen, karasabanın ardında çit süren insanları hem belediyede çalışır gösterip aylıklarını alıyorlar hem de sigortalarını yatıyorlar. Peki, buna ne diyorsunuz?" deyince kem küm edip "Yalan bunlar!" dedi. Ben de "Madem yalandı da neden bunları ortaya çıkaran araştırmacı yazar, televizyoncu Uğur Dündar Bey`i dava etmediniz?" deyince verecek cevabının olmadığını anladım. Kızgınlıkla oradan ayrıldım.
Bu hadise bende baya etki bırakmıştı. İlk olarak ortaokul sınavlarına girip diplomamı aldım. Peşinden açık öğretim lisesine yazıldım. Onu da başarıyla bitirince azmim beni "daha ileri" diye itiyordu. Üniversite sınavlarına girip, azımsanmayacak başarı gösterip Kocaeli Üniversitesini kazandım, kaydımı yaptırdım. Babam rahmetlinin bu arada kanser hastalığı nüksetmişti. Onun savaşını veriyordu. Bu şartlar altında öğrenimime devam etmem mümkün değildi. Yarıda kesmek zorunda kalarak köye döndüm, yanında bulunmam icap ettiğinden son günlerinde yanında bulundum. Kanser illeti gün be gün yiyip bitiriyordu babamın vücudunu, hâlsiz, takatsiz bırakmıştı. Eriyip gidiyordu, buzun eridiği gibi gözlerimin önünde ama elimden bir şeyler gelmemesinin çaresizliği içerisinde kıvranıyordum. Yarasına merhem olamamanın ezikliği içerisinde kahroluyordum. Daha fazla dayanamayarak en son kaldırdığımız Adana Balcılar Hastanesi`nde son nefesini vererek Hakk`ın rahmetine kavuştu, bunun üzerine okuluma dönmek istediysem de dönemedim.
Hem maddi hem manevi anlamda sıkıntılar yaşamaya başlamıştım. Hayatımda en değerli, müstesna yeri olan, çok sevdiğim babamı, dostumu, arkadaşımı, sırdaşımı kaybetmek benim için bir yıkım olmuştu. Bunu etrafıma belli etmeyip güçlü görünmeye çalışsam da iç dünyamda bunu beceremiyordum, hâlâ da beceremiyorum ya
Aradan yıllar geçmesine rağmen nerede bir kuytu yer bulsam evde kimselerin olmadığı, yalnız başıma kaldığım zamanlarda "Aman kimsecikler görmesinler, duymasınlar
" diyerek ağlardım. Elimde değil, özlerim ben o mangal gibi yürekli babamı, hem de çok özlerim çok, hasretle özlerim. Bu satırları okurken içinizde bana "deli" diyeniniz çıkabilir. Öyleyim de zaten. Olsun, varsın deli desinler. Evet, babamı özlemekse ben deliyim
Eminim ki sizler de benim gibi deli dolu, açık yürekli, içi dışı bir, hem sözünde hem özünde hem yumruğuna mert delikanlı, dini bütün, Allah`tan başkasına eyvallah etmeyen, mazlumun koruyucusu, kollayıcısı, zalimin düşmanı, mazlumun dostu, cömert, sofrası herkese açık, namı Diyar
"Bıyıklı Mustafa", diğer lakabıyla da "Karadayı" dedikleri babam Mustafa`yı tanısaydınız aynı şekilde düşünürdünüz. Hakk`ın rahmetine kavuştuktan sonra düşmanlarını bile ardından ağlatmış, kötü söz etmeyip "Adam gibi adamdı." dedirtmişti. Sizler benim gibi bir babaya sahip olsaydınız, eminim sizler de özlerdiniz. Özlemekle kalmaz, hasretini, boşluğunu hissederdiniz. Eminim ki sizlerin babaları da en az benim babam gibidir. Ölmeden önce babalarınızın kıymetini bilin. Sadece babalarınız mı, ya kutsal varlık dediğimiz analarımız, her bir sıkıntımıza katlanan, göğüs geren, yüce gönüllü, bu mübarek analarımız hakkında Yüce Peygamberimiz, Hz. Muhammed (s.a.v.) bir hadisi şeriflerinde şöyle buyuruyor: "Cennet anaların ayağı altındadır." Buyurmuyor mu, buyuruyor. Öyleyse ananıza, babanıza saygıda kusur etmeyin. Yarın çok geç olabilir. "Ah ben ne yaptım?" demeden elinizdeki cevherin kıymetini bilin.
En sıkıntı anlarımda, bunaldığımda, içime hüzün çöktüğü anda babamla konuşurum, yanımdaymış, karşımdaymış gibi
Dövüşürüm, kavga ederim, dertleşirim. Bir süre sonra içimdeki sıkıntı, kasvet dağılır, gider. Ben onu göremesem de o beni görüyor ya... Gülümseyerek yanımdan uğurlarım. Tam gün göreceğim derken gidişi beni yaktı, geçti. Hala yokluğunu hissederim, burnumun direği derinden sızlar, yüreğim mahzun, babamı arar, durur ama hep yanımda benimle beraber olduğunu düşünürüm.
İstediğim okuluma devam edememenin üzüntüsünü yaşarken 2000 yılında koalisyon hükümeti üyelerine birer mektup gönderip yardımlarını istedim ama geri dönüş sadece Sayın Devlet Bahçeli`den gelmişti. Bir öğretim üyesi, bir eğitmen olması sebebiyle duyarlılık göstermişti. Kendisine ayrıca teşekkür ederim ama ondan da bir sonuç çıkmayınca kaydımı dondurup açık öğretim fakültesine kaydımı yaptırdım.
Hayat devam ediyordu. Hayatımı idame ettirmem için çalışmaya kaldığım yerden geri başlamıştım. Daha önce katıldığım ve kazanmış olduğum KPSS sınavına müteakip bazı zamanlarda kamu kurumları ve özel sektörler arada bir de olsa çağırıyor, bir ön mülakat yapılsa da bir netice çıkmıyordu. Kaldığımız yerden hayatımızı idame ettirmek için kendi mesleğimiz olan iç mimari, inşaat boyacılığına devam ediyordum. Bu sırada Türkiye Denizcilik İşletmeleri bünyesinde: "Memur kadrosunda eski hükümlüler istihdam edilecek." diye mülakata çağrıldığımıza dair İş ve İşçi Bulma Kurumu tarafından "Türkiye Denizcilik İşletmelerinde mülakata katılma" yönünde davet alınca belirtilen saat ve günde Personel Dairesi Başkanlığında otuzu aşkın kişi hazır bulunduk. Sırası gelen üçüncü kata çıkıp mülakata girip çıkıyorlardı. Sıra bana geldiğinde "Ya Allah ya Bismillah. Allah`ım hakkımızda ne hayırlı ise sen onu bize nasip eyle, hayırsız ise bizden uzak eyle, burası hayırlı ise sen burasını hakkımızda hayırlı eyle Yarabbi." deyip ikinci kattan üçüncü kata çıktım. Bize tarif edilen kırmızı halılar üzerinde yürüyüp, mülakatın yapıldığı kapıya vurup içeri girdiğimde göz ucuyla oturanları süzdüm. İlk kez böylesine bir kalabalık grubun karşısında buluyordum kendimi
Genç ve yaşlılardan oluşan bir heyetin karşısında mülakata katılıyordum. Ben kendimden emindim, kendine güveni olan bir insandım, kendimle barışıktım, selam verip kendimi tanıtınca karşımda oturan sonradan öğrendiğim TDİ Genel Müdürü Sayın Erkan Arıkan Bey, elindeki kalemi parmak aralarında gezdirirken beni göz ucuyla tepeden tırnağa süzdü. İlk sözü: "Burasının ne olduğunu biliyor musun?" oldu. "Evet, TDİ." dediğimde: "Başka?" dedi. "Bir kamu kuruluşu
" deyince başını hafiften sallayıp "İyi, güzel
" dedi, ses tonu değişerek kızgın bir ifadeyle "Peki buraya bu şekilde gelinmeyeceğini bilmiyor musun?" dediğinde şaşırmıştım, ne demek istediğini anlamamıştım. "Nasıl ki efendim?" dedim. "Buraya gelirken insan kendine çeki düzen verir, üzerine takım elbise giyer, kravat bağlayıp öyle gelir." deyince moralimi hiç bozmayarak gayet sakin bir şekilde "Biliyorum efendim, haklısınız efendim ama izniniz olursa izahını yapabilirim neden takım elbise giyip gelmediğimin..." dedim. "Anlat bakalım, ne anlatacaksan." dedi.
"Efendim ben 1991 yılında vatani hizmetimi yapıp döndüğümde bir gün anacığım dedi ki bana Bak benim deli oğlum, söz vermiştin bana, filan yerde bir kız var, gidip ona bakacağız, seni baş göz edeceğiz.` Deyince
Ben anama Böyle bir söz verdiğimi hatırlamıyorum ama anam böyle diyorsa doğru diyordur.` deyip Hadi gidelim.` dedim. Bu hâlinle mi gideceksin?` dediğinde ben de Hâlimde ne var ana? Hadi gidip bakalım şu kıza işim gücüm var.` Deyince
Anacığım Oğlum git, adam gibi bir elbise, bir de kravat al, üzerine giy de öyle gidelim, bu hâlinle gidip kıza filan bakılmaz, ayıptır oğlum, ayıptır
``` derken Erkan Bey araya girerek "Anan ne de güzel demiş." deyince ben "Devamı var, anlatmamı ister misiniz?" dedim. Erkan Bey kısa süreli bir misafir olmadığımı anlamıştı, tebessüm edip eliyle işaret ederek "Otur, anlat bakalım." deyince karşısındaki oturmamız için bırakılan sandalyeye oturdum. "Efendim anam böyle deyince elim mahkûm, dediği gibi elbiseyi, kravatı, yeni bir gömlek, yeni bir ayakkabı aldım, giydim üzerime
Şöyle bir süzdü beni. Bak şimdi işte adama benzedin.` dedi. Ben de Daha önce adama benzemiyor muydum ana?` dedim. Anam Benzemesini benziyordun da kendine bakmıyorsun oğlum, hadi gidelim.` dedi. Gidip baktık kıza
`` derken heyetin içerisinde bulunan orta yaşlı biri "Kızı beğendin mi?" dedi. "Evet efendim, kız da beni beğendi ama olmadı, kısmet değilmiş, hâlâ bekârım, devamını anlatayım mı?" Orta yaşlı "Kız seni, sen kızı beğenmişsin, neden olmadı?" deyince "Efendim zamanınızı almak istemiyorum, şayet isterseniz onu da anlatayım." dedim. Erkan Bey orta yaşlıya ve heyete bakıp tebessüm ederek "Hadi onu da anlat bakalım." dedi. "Efendim her şey güzel, hoş
Kız beni, ben kızı beğendim, buraya kadar iyi, bundan sonrası iyi olmadı. Kızın ailesi benden başlık parası istedi, ben de kabul etmedim. Hangi çağda yaşıyorsunuz, başlık parası mı kaldı?` dedim, onlarda Biz de hâlâ var.` dediler." Orta yaşlı ısrar etti. "Kızın ailesi nereliydi?" dedi. Ben de "Karslıydı." dedim. Orta yaşlı tebessüm ederek "Vay be! Benim memleketlimmiş, bizde hâlâ başlık parası var mıymış?" deyince yanında bulunan, sonradan yönetimde emekli general olduğunu öğrendiğim yaşlı general "Demek ki hâlâ memleketindeki başlık parasını bitirememişsiniz." deyip, takılıp gülüştüler. Erkan Bey tebessüm ederek "Hadi yarım kalan şu elbise hikâyeni anlat bakalım." deyince "Sonra elbisede bir leke oluştu. Lekeyi çıkarmak için ben mi attım, bir başkası mı atmış orasını bilemiyorum, çamaşır makinesinde yıkanırken olanlar olmuş elbiseye... Yakaları kabarmıştı. Ben de bu şekliyle giyinip huzurunuza gelmek istemedim. Bütün mesele bundan ibaret." dedim. Erkan Bey ağzı laf yapan hatip bir insandı, altında kalır mı? "Peki orasını anladık, anlamasına da senin başka bir elbisen yok mu?" dedi. "Efendim, yok maalesef olsa giyinip huzurunuza öyle gelmez miydim? İş yok, güç yok, para lazım. İnşaat sektörünün de durumu ortada malum piyasa durgun, bir gün var bir gün yok.`` deyince Erkan Bey üzerimdeki deri montu işaret ederek "Param yok, iş yok diyorsun da üzerindekinin değerini biliyor musun? Şu an gidip bunu satsan bunun parasıyla iki takım elbise alırsın kendine. Hadi bunu da geçtik, mülakata gelen arkadaşlarından birinin kravatını alıp taksan, diğer birinin de ceketini giyinsen
Sana Yok, vermem
` mi diyeceklerdi arkadaşların." deyince buna verecek cevabım olmadığından "Efendim inşallah o da olur, beni alırsanız tabi
Hayırlısıyla kravatımı da takarım, takım elbisemi de giyer, öyle gelirim karşınıza." dedim, mülakat uzadıkça uzuyordu, onlar soruyor, ben cevaplıyordum. Bazen de ben kendi karakterimle ilgili şeyler söyleyip orada bulunanlara anlatıyordum. En azından nasıl bir karakteri olduğunu bildikleri bir insanla çalışacakları açısından aydınlatıp kendilerini bilgilendiriyordum.
Aradan baya bir zaman geçmişti. Erkan Bey: "Söyle bakalım, farzımuhal seni buraya aldık. Peki, söyler misin bu işletmeye ne katabilir, ne verebilirsin?" deyince "Efendim demin de anlattığım gibi ben inşaat sektörünün içinden gelen biriyim. Ben buraya hem maddi hem manevi anlamda bir şeyler vermeye, katkı sağlamaya geldim. Aynı oranda karşılığını almaya geldim." deyince Erkan Bey "Ne o, başımıza genel müdür mü olacaksın?" dedi. Ben "Estağfurullah efendim. Kısmette, kaderde varsa neden olmasın?" deyince kendi aralarında gülüşmeye başladılar. Sonra da "Konuşma bitmiştir, çıkabilirsin. Mülakat bitti." deyince selam verip teşekkür ederek kapıdan dışarı, koridora çıktığımda derin bir nefes aldım. "Oh be, hayırlısıyla bunu da atlattık, sonu da hayırlı olur inşallah." diye içimden mırıldanarak personelci Aslan Bey`le mülakata giren ve girecek arkadaşların yanına gider gitmez Aslan Bey "Mehmet Bey genel müdürümüz, genel müdür yardımcısı ve yönetim kurulu üyeleriyle ne konuştunuz da bu kadar uzun sürdü mülakat? Neredeyse bir saat olacak." deyince bir tuhaf oldum. "Benimle mülakat yapan genel müdür, genel müdür yardımcısı, yönetim kurulu üyeleri miydi? Eyvah ki eyvah, desenize ben baltayı taşa vurdum! Bugüne kadar girdiğim bütün diğer mülakatlara personel müdürleriyle yardımcıları girmişti." deyince Aslan Bey "Ne konuştunuz ki? Üstelik yönetim kurulu üyelerinin bir kısmı da emekli paşalardan oluşuyor." dedi. Ben "Neler konuştuk neler
" deyip derinden iç çektim. "Boş ver, kısmetten ötesi olmaz. Allah şu deli kulunun rızkını buraya tayin etmişse hiçbir şey engel olamaz, eğer ki kısmetimiz burada yoksa bir şey bir şeye bahane olur, biz de rızkımızı başka yerden ararız. Üzülmeye değmez." deyip kendimi teselli ettim.
Mülakat bitince TDİ`nin telefon numarasını alıp ayrıldım. Aradan birkaç gün geçince telefon ettim. Mülakatı kazanıp kazanmadığımı sorunca ismimi sordular. "Asil listede adın var, kazanmışsın." dediklerinde inanamadım. Doğru işletmeye gidip genel müdürlüğün giriş kapısındaki kazananlar listesine baktım, adım asiller içerisinde yazıyordu. Kendi kendime dedim: "Oğlum sen özgürlüğüne alışmış bir adamsın, bundan sonra kravat takıp takım elbise giyeceksin. Hadi git bir Anadolu turu yap gel." deyip otobüse bindiğim gibi Malatya İnönü Üniversitesi`nde okuyan arkadaşlarımı ziyarete geldim. Bir gün yanlarında kalıp, oradan ayrılıp Gaziantep üzeri Mersin`de oturan süt ablam ve yeğenlerimin yanına uğradım. Birkaç gün kalıp hasret giderdikten sonra yine yollara düştüm. Bilecik`te acemi birliğinde vatani hizmetini yapan küçüğümüz, evimizin gülü, neşesi, şımarık çocuğu Âdem`in yemin törenine yetiştim. Onun da gönlünü alıp eve döndüm, dönmesine de aşırı derece üşüttüğümden yatak döşek yattım. Kendime geldiğimde TDİ`ye gittim. İçeri girdiğimde Aslan Bey ile koridorda karşılaştık. "Neredesin be kardeşim? Sana ulaşmaya çalışıyoruz, ulaşamıyoruz. Telefon da bırakmamışsın. Bugün de gelmemiş olsaydın eğer yerine yarın için yedeklerden birini çağırıp işbaşı yaptıracaktık. Sen de hakkını kaybedecektin. Arkadaşların iş başı yapalı neredeyse on günden fazla bir süre oldu ama sen görünürde yoktun." dedi. Ben "Kusura bakmayın Aslan Bey, kardeşimin yemin törenine katılmıştım. Üzerine afiyet feci şekilde üşütmüş, yatıyordum. Kendime gelince koşup geldim." deyince "Tamam gel benimle." deyip işe giriş işlemlerini yaptık. "Ya Allah ya bismillah
" deyip işe koyulduk.
Türkiye Denizcilik İşletmelerinin birçok değişik birimlerinde uzun yıllar görev aldım. Aldığım görevleri de layıkıyla yaptığıma inanıyorum. Mesai arkadaşlarımla olan beşeri ilişkilerim de sevgi ve saygıya dayalı olarak üst noktada tutmuşumdur. Özelleştirme Yüksek Kurulunun 04.05.2010 ve 2010/29 sayılı kararı ile Türkiye Denizcilik İşletmelerinin Türk Boğazlarında ve İzmir`de vermekte olduğu, Kılavuzluk ve Römorkaj hizmetlerinden çekilmesine müteakip Limanlar Dairesi Başkanlığına bağlı bulunan tüm ekipmanların kardeş kuruluş Kıyı Emniyeti Genel Müdürlüğüne bila bedel devredilmesine, söz konusu hizmetlerde görev yapmakta olan 823 personelim tüm hak ve yükümlülükleri ile beraber Kıyı Emniyeti Genel Müdürlüğündeki yukarıda bahsi geçen tarih itibarıyla görevlerimize başlayıp o günden bugüne görev bilinci içerisinde görevimi Kıyı Emniyeti Genel Müdürlüğü Personel ve Eğitim Dairesi Başkanlığında sürdürmekteyim.
Türkiye Denizcilik Hizmetleri Limanlar Dairesi Başkanlığı bünyesinde görev aldığım yıllar da yazmış olduğum "Bir Damla Su" romanımın son rötuşlarını Kıyı Emniyeti Genel Müdürlüğü İnsan kaynakları Dairesi Başkanlığına geçtikten sonra tamamladım, 2013 yılında yayınlayarak okuyucunun görüş ve bilgisine sundum, güzel dönüşler aldığım bir roman: Bir Damla Su
Hâlâ Kıyı Emniyeti Genel Müdürlüğü Personel ve Eğitim Dairesi Başkanlığında Görevimi sürdürmekteyim.
Özgeçmişimi mümkün olduğunca kısa tutmaya çalıştım, göstermiş olduğunuz sabırdan, hüsnüniyetten dolayı tüm okuyucularımı saygı ve sevgiyle selamlıyorum.
Yardımlarını esirgemeyen dostlarımı, saygı ve sevgiyle selamlıyorum.
"Bekleyin
Yeni romanlar ve şiirler ile gelmeye devam edeceğim."